Direniş Komiteleri, Sivil Toplumculuk, Kendiliğindencilik iddiaları ve Devrimci Yol
Direniş Komiteleri, Sivil Toplumculuk, Kendiliğindencilik iddiaları ve Devrimci Yol
Devrimci Yol, her dönemde üzerinde en çok tartışma yürütülen bir hareket olma özelliği taşır. Aşağıdaki yazı, 1990 yılında Mücadele Dergisi yayınları tarafından çıkarılmış "kendiliğindenci bir hareket: Devrimci Yol" adlı broşürü konu alan bir çalışmanın "Direniş Komitelerinde sivil toplumculuk ve kendiliğindencilik iddiaları" başlıklı bölümlerinden kısmen özetlenerek aktarılmıştır.*
Bilindiği üzere 70'li yılların ikinci yarısında Türkiye'de faşizmin saldırılarının bütün yurt sathına yayıldığı ve bütün toplum kesimlerini sindirmeye yönelik bir terör kampanyasına dönüştüğü bir dönemde Devrimci Yol tarafından bütün halk güçlerinin faşizme karşı mücadele ve direniş örgütleri olarak Direniş Komiteleri önerisi gündeme getirilmiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse: faşist saldırı ve terör eylemleri halk içinde bir korku ve teslimiyet eğilimiyle birlikte bir direniş eğilimi de yaratmaktaydı; Halkın örgütsüz ve dağınık olduğu, solda faşizme karşı birlik tartışmalarının soyut kavram ve ilke tartışmaları içinde boğulup kaldığı bir ortamda bütün devrimci-ilerici-anti faşist halk güçleri, bulundukları okul, işyeri, fabrika, mahalle, köy vb. yerleri ve kendilerini faşist saldırılara karşı korumalı, işgal altındaysa işgali kırmak için mücadele etmeli; tek tek saldırı-tehdit, haraç toplama gibi faşist baskılara karşı dayanışma içinde olmalı ve bütün bu amaçlarla Direniş Komiteleri biçiminde komiteler örgütlemeliydi...
Devrimci Yol, Direniş Komitelerinin sadece faşistlere karşı mücadele ile sınırlandırılmamasını özellikle faşist işgallerin kırıldığı, devrimcilerin etkinlik sağladığı yerlerde kitleler içinde yeni bir demokrasi ve halkın kendi iktidarı kavramını geliştirmek ve ağırlıkla propagandasını yapmak anlamına gelmek üzere halk iktidarının nüveleri olarak kavranmalarını; halkın tüm sorunlarının çözümünde kitle inisiyatifinin geliştirilmesi için mücadele edilmesini savunmuştu.
Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz Direniş Komiteleri anlayışı ülkemizdeki diğer siyasi örgüt ve çevreler tarafından o dönemde çoğunlukla benimsenmedi; sadece bazı bağımsız sosyalist aydınlar ve çevreler tarafından desteklendi. Buna rağmen bu anlayış mücadele geliştikçe geçerlik kazandı.
Özellikle Maraş katliamı türünden olaylar Direniş Komiteleri anlayışının doğruluğunun ve gerekliliğinin somut bir kanıtı olarak görüldü. Çorum'da benzer bir katliam girişiminin sonuçsuz bırakılmasında saldırıların yöneldiği mahallelerde pek çok siyasetin de katılmasıyla örgütlenen bu tür komitelerin etkinliği önemli bir rol oynadı. Faşist saldırıların ve mücadelenin yoğunlaştığı, devrimcilerin etkinlik sağladığı yerlerde sayısız komiteler kuruldu, başarılı ve başarısız deneyler yaşandı.
Sivil toplumculuk eleştirileri..
Direniş Komiteleri anlayışı bugün, ona eskiden karşı olan pek çok çevre tarafından da benimsenmektedir.
Buna karşılık bir yandan Devrimci Yol pratiğini, bazı yönlerden kaba saba bir anlayışla taklit etmekten kaçınmayan kimi çevrelerce Direniş Komiteleri anlayışı sivil toplumcu bir anlayışla özdeşleştirilerek eleştiriliyor. Devrimci Yol'un Direniş Komiteleri konusundaki görüşleri çarpıtılarak ve bütün devrimci içeriğinden boşaltılarak şekilsiz bir hale sokulduktan sonra, (12 Eylül sonrasının bulanık ortamında rahatça savunulabildiği için moda olan) sivil toplumculuğa kayışın modeli(!) olduğu konusunda teoriler üretiliyor.
Örneğin, Devrimci Yol eleştirilerinin yer aldığı "Kendiliğindenci bir Hareket: Devrimci Yol" isimli bir broşürde, bu konuyla ilgili şu değerlendirmeler yer alıyordu:
"D.Y'nin devrim stratejisi, iktidar ele geçirilmeden çok önce, kendi sosyalizm anlayışına uygun olarak, iktidar organlarının daha bugünden oluşturulmasına dayanır."
"D.Y'ye göre, Direniş Komiteleri iktidar gücünü bugünden ele alan, halkın kendisi tarafından oluşturulmuş bir demokrasi beşiğidir. Eski toplumun yanı başında oluşturulmuş iktidar odaklarıdır."
Bu eleştirilerde ilk paragrafta görüldüğü gibi "iktidar organlarının daha bugünden oluşturulması" ifadesi, ikinci paragrafta da "Direniş Komitelerinin iktidar gücünü bu günden ele alması" ifadeleri kullanılmaktadır. Böylece önce Devrimci Yol'un iktidar organlarının nüvesi olarak kavranmasını önerdiği Direniş Komiteleri bir çırpıda iktidar organlarının kendisi haline getiriliyor; sonra da Devrimci Yol'un halk savaşının ileri aşamalarında gerçekleşebileceğini ısrarla vurguladığı bir olayı, "halkın kendisi tarafından oluşturulmuş komitelerin iktidar gücünü ele alması" olayını, Direniş Komiteleri tarafından bugünden gerçekleştirilebilecek bir olay haline getiriyor.
İktidar organları ile iktidar organlarının nüvesi kavramları, bir ağaçla onun tohumu (ya da olgunlaşmış bir meyveyle onun çekirdeği) arasındaki kadar farklılık taşıyan kavramlardır. (Tohum ancak elverişli koşullar altında ve zamanla ağaca dönüşebilir, meyve verebilir...) herhalde önemsiz görülen bu küçük fark (!) ortadan kaldırıldıktan sonra da burada geliştirilen tezin sivil toplumcu "mevzi savaş stratejisi" olduğu ileri sürülüyor. Söylenip durulanlar, hep şunlara benzeyen şeyler:
"Direniş Komiteleri anlayışı sivil toplumculuğun yıllar içinde giderek daha somutlaşır hale geldiği bir anlayıştır... O halde ne yapmak gerekiyor bizim gibi ülkelerde? Sivil toplumun gelişimine katkıda bulunmak ve sonra da bu toplumu ele geçirmek olsa gerek. D.Y ve benzerlerinin iktidarın (demokratikleşmenin yükseltilerek) alınması ve bugünden sosyalizmin oluşturulması biçimindeki 'mevzi savaşı' stratejisinin Türkiye toplumu açısından açık bir sınıf işbirliğine varması, iktidar perspektifinin dışlanması anlamına geleceği besbelli bir şeydir. D.Y'ye göre, günümüzde 'varolan sosyalizmin savunulamaz, şimdiden kapitalizme alternatif bir toplum yaratılmalıdır. Aksi takdirde, iktidarı almanın bir anlamı yoktur; bunun için de yapılması gereken, Direniş Komiteleriyle alternatif yaratılmalıdır."
Oysa Devrimci Yol'un direniş komiteleri konusundaki yaklaşımlarının burada eleştirilmeye çalışılan sivil toplumcu anlayışlarla bir ilgisinin olmadığı ortadadır.
Genel olarak "sivil toplumcu" diye ifade edilen yaklaşımlar toplumsal yapıları sivil toplum-devlet karşıtlığı içinde ele alırlar. Sivil toplum, devlet karşısındaki bireysel özgürlüklerin, sivil demokratik kurumlaşmaların alanıdır. Sivil toplumun alanının genişletilerek devletin etki alanının daraltılması, sivil toplumcu anlayışların en genel ortak özelliğini oluşturur.
Burjuva ideolojisinin kapsamı içinde yer alan sivil toplumcu düşünceler daha çok eski devletçi (Keynes'çi) refah devleti anlayışlarının 70'li yıllardaki kriz nedeniyle geçersiz hale gelmesiyle gündeme gelen piyasa ekonomisi politikalarına denk düşmektedir.
Bu dönemde aynı tür yaklaşımların sol düşünce içinde de ortaya çıktığı görülür. (1) Bu tür "sosyalist sivil toplumcu" yaklaşımlara göre sivil toplumun gelişmesi sosyalizme yönelik yeni açılımların geliştirilmesi için uygun olanaklar sunmaktadır. Örneğin, bireylerin kapitalist düzen içinde kendileriyle ilgili kimi kararlara katılımını sağlamak, bunun mekanizmalarını oluşturmak, gelecekteki (sosyalizmdeki) katılımcı/doğrudan demokrasiye doğru bir gelişmedir. Sosyalistler enerjilerini devletle doğrudan (politik) bir çatışma yerine, sivil toplumu bu yolla genişleterek devletin etki alanını daraltmaya yöneltmelidir. Bu şekilde sosyalizmin ön biçimlerinin sivil toplum içinde yaygınlaşarak başat hale gelmesiyle sosyalizme çatışmasız-yumuşak bir geçiş sağlanabilecektir.
Bugün en uç noktadaki sol-sivil toplumcu görüşlerde politik alanda devrimi hedefleyen bir iktidar mücadelesi tümüyle zararlı bir şey olarak görülmekte ve her türlü merkezi-siyasi örgütlenmeyle birlikte yadsınmaktadır. Buna göre sosyalizm hem Doğu hem Batı toplumlarında, sivil toplum kurumlarının geliştirilip devletin giderek genişleyen sivil toplum karşısında eritilmesiyle, devletle doğrudan bir çatışmaya girişmeksizin gerçekleşecek bir toplumsal proje haline dönüşmektedir.
İşte, Devrimci Yol'un Direniş Komiteleri anlayışı da kısaca özetlediğimiz bu sivil toplumculuk anlayışları içine sokularak eleştirilmeye çalışmaktadır. Oysa Devrimci Yol'un teorik sistematiği içindeki Direniş Komiteleri anlayışının sivil toplumculukla hiç bir ilgisinin bulunmadığı çok açıktır.
Faşizme karşı mücadele ve direniş süreci içinde gerçekleşen bir komiteleşme olgusunun bu noktada sınırlandırmayarak halkın kendi iktidarı kavramını geliştirecek ve onun kitleler içinde yerleşmesini sağlayacak bir anlayışla ele alınmasını; bu anlamda söz konusu komitelerin halk iktidar organlarının birer nüvesi olarak kavranmasını; ülkede siyasal kamplaşmanın yaygınlaştığı, (halk savaşı çerçevesi içinde yer alan kurtarılmış bölgeler kapsamında olmamakla birlikte) devrimcilerin etkin olduğu bölge ve alanların ortaya çıktığı bir dönemde buralarda yaşamın böyle bir devrimci anlayışla örgütlenmesi gereğini savunan ve bütün bunları revizyonist-bürokratik sosyalizm anlayışlarından radikal bir kopuş olarak da gündeme getiren devrimci bir yaklaşımın, sivil toplumcu düşünce kalıpları içinde görülüp değerlendirilmeye kalkılması saçmalık değilse nedir? Devrimci Yol'un Direniş Komiteleri konusundaki yaklaşımları Devrimci Yol dergisinin 16. sayısında yer alan (yukarıda bir bölümünü aktardığımız) bir yazıda şöyle özetlenmektedir:
"Direniş Komitelerinin bu şekilde, kavranılmasının gereği, bu noktada ortaya çıkmaktadır. Direniş Komitelerinin en geniş anlamıyla halk iktidar organlarının birer nüvesi olarak kavranılarak, bu doğrultuda mücadele edilmesi, her şeyden önce, devrimci mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için zorunlu olan, demokratik halk iktidarının asıl anlamını vurgulaması, halkın kendi iktidarı kavramını ve merkezi otoriteye bir alternatif yaratılması zorunluluğunu somutlaması açılarından önem taşımaktadır. Tabiatıyla burada söz konusu olan, bugün için, tamamıyla, bir anlayışın ve yönelimin ortaya konulmasıdır. Elbette, halk iktidarının ülke düzeyinde çiçeklenmeye başlaması, Direniş Komitelerinin, halk komiteleri olarak gelişkin ve olgunlaşmış biçimlere bürünmesi, mücadelenin halk savaşının daha üst aşamalara geçilmesiyle gündeme gelebilecektir.
Bugün için asıl olan, Direniş Komitelerinin bütün anti-faşist halk güçlerini toplayacak ve faşizme karşı çok yönlü mücadeleyi sürdürecek bir yapılanışını gerçekleştirmeye çalışmaktır..." (abç)
Evet, böyle bir anlayışın yukarıda kısaca özetlediğimiz (politik-iktidar mücadelesi düzlemini reddeden) sivil toplumcu yaklaşımlarla bir ilgisinin olmadığı ortadadır. Çünkü burada Direniş Komiteleri, silahlı bir devrimci mücadele anlayışının başarıya ulaşabilmesi için kitle mücadelesi ve kitle örgütlenmeleriyle birlikte yürütülmesini zorunlu gören bir devrimci yaklaşıma bağlı olarak gündeme getirilmiştir. Ve burada, "sosyalizmin bugünden oluşturulması", "devrimin gereklilik-gereksizlik durumuna dönüşmesi", ya da "iktidarın olgunlaşmış bir armut gibi düşmesi" türünden saçmalıkların yeri bulunmamaktadır.
Elbette Direniş Komitelerini burada açıklamaya çalıştığımız Devrimci Yol anlayışından değişik biçimde kavrayan çevreler de vardır. (12 Eylül öncesinde de kimi çevreler Direniş Komitelerini sınıfsız toplumun bütün (ideal) özelliklerini, yeni (komünist) bir yaşam biçiminin ve insan ilişkilerinin gerçekleştirildiği alanlar olarak gören düşünceler öne sürmüşlerdir. Bu tür düşünceler Devrimci Yol tarafından Marksist görüş açısından ütopik bulunarak reddedilmişti.) 12 Eylül sonrasında Devrimci Yol'un genel devrimci siyasal yaklaşımlarının ihmal edilerek, yalnızca Direniş Komitelerinin ve onun bazı özelliklerinin öne çıkarılması biçiminde sivil toplumculuğa yaklaşan anlayışlar ortaya atılmıştır. Zaten "Direniş Komitelerinin sivil toplumculuğu" üzerine eleştirilere yönel inmesi, bu tür eğilimlerin bu konuda bolca malzeme sağladığı düşüncesine de dayanmaktadır.
Kuşkusuz, Direniş Komitelerinin bu şekilde farklı yaklaşımlara konu olması, devrimci anlayışın geçerliliğini ortadan kaldırmaz. Dünyada bu şekilde ifrata kadar vardırılarak, saçmalaştırılamayacak tek bir fikir bulunamaz. Sadece Direniş Komiteleri değil, her doğru düşünce, geçerlik alanının ötesine götürülecek kadar zorlanırsa, sonunda savunulamayacak kadar saçma bir fikre dönüşebilir. Bu yüzden, sivil toplumcular politik (iktidar) mücadelesi düzlemini reddederek, bugünkü düzen içinde yalnızca toplumsal mücadele alanları çerçevesindeki çalışmaları savunuyorlar diye, devrimci bir siyasi hareket, kitle çalışmaları ve örgütlenmeleri içinde devrimci bir anlayışla çalışmaktan; kitleleri yeni bir demokrasi anlayışı doğrultusunda eğitmek ve örgütlenme tecrübeleri kazandırmak için mücadele etmekten; bu anlayışla somut koşulların gerektirdiği kitlesel örgütlenme biçimleri kurup geliştirmekten ve gelecek halk iktidarının nüvelerini yaratma uğruna mücadele etmekten vazgeçmez.
Hep aynı dar kafalılık
Aslında Direniş Komiteleri gibi devrimci bir anlayışa bu denli ısrarla karşı çıkılmasının onu bin bir çarpıtmayla kötüleyip reddetmeye uğraşılmasının temelinde devrimci mücadele ve sosyalizm anlayışlarındaki sakat yaklaşımlar vardır. İleri sürülen itirazlar arasında bunlar açıkça görülebilmektedir.
İktidar alınmadan önce iktidar organlarının yaratılması düşüncesini sivil toplumculuğa has bir şey olarak görüp, halkın iktidar organlarının nüvelerinin oluşturulmasına yönelik her düşünceyi sivil toplumculuk diye suçlamaya kalkılması, bugün revizyonist-bürokratik sosyalizm anlayışlarının sergilenmesinden başka bir anlama gelmeyen bir şaşkınlık sayılmalı.
Şaşkınlıktır, çünkü örneğin Rusya'da, işçi sınıfının iktidar organları olarak Sovyetler, 17 Ekim devriminden çok önce ortaya çıkmıştır. Ve 1905'ten itibaren başta Lenin ve Troçki olmak üzere Rus Marksistleri tarafından işçi sınıfının iktidar organları olarak görülmesi önerilmiş ve tartışılmıştır. Keza halk savaşı teorisi, iktidarın parça parça alınmasını ön görürken, bütün ülkede iktidara el konulmasından çok önce ülkenin belirli bölgelerinde iktidar organlarının oluşturulmasının zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. "Halkın kendi iktidarı" kavramının, "kitle ve taban inisiyatifi", "tabanın söz ve karar sahibi olması" gibi sözlerin geçtiği her yerde bir sivil toplumculuk kokusu alarak, bunları revizyonizmin-oportünizmin söylemi olarak suçlamaları revizyonist-bürokratik sosyalizm anlayışlarının bir belirtisi sayılabilir. Direniş Komiteleri kavramıyla Devrimci Yol hareketinin ortaya koyduğu en önemli noktalardan biri, varolan revizyonist-bürokratik sosyalizm uygulamalarının işçi ve emekçi kitleleri yönetimin dışında tutan ve onun yerinde dar bir sözde komünist yönetici azınlığın diktatörlüğünü getiren anlayışlara karşı emekçi halkın kendi iktidarı kavramının vurgulanmasıydı.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da yaşanan ve revizyonist yönetimlerin çöküşleriyle sonuçlanan çarpıcı gelişmelerle, böyle bir vurgulamanın ne kadar yerinde ve gerekli olduğu, sosyalizm davasına yürekten inanan herkes için bir kez daha kanıtlanmışken, Direniş Komiteleri anlayışına tam da bu yönlerden "sivil toplumculuk" vb. diye saldırmaya devam edilmesi eşi bulunmaz bir dar kafalılıktan başka bir şey değildir.
Direniş Komiteleri ve Fatsa deneyimi
Küçümsenen bu "kendiliğindenci" ve "sivil toplumcu", "alt düzeydeki" mücadele örneklerinden biri de Fatsa'dır. Fatsa onların Devrimci hareketin geçmişine karşı takındıkları olumsuz tavırlarının en iyi sergilendiği örneklerden birini oluşturmaktadır.
Fatsa, 12 Eylül 1980 öncesinde devrimci mücadelenin en ileri noktalarından birini oluşturuyordu. Devrimci Fatsa, ortaya koyduğu örnekle sadece çevre illerde değil, sadece Karadeniz'de değil, bütün Türkiye çapında devrimcilerin neyi savunduklarını ortaya koyan çarpıcı bir örnek oluşturuyordu ve ülkemizdeki bütün gericileri, "bırakırsanız yüz Fatsa olur" diye endişeye sürüklüyordu. Bu yüzden Fatsa'ya 12 Eylül Türkiye'nin diğer yerlerine göre iki ay önce geldi ve Fatsa, 12 Eylül'ün zulmünün en uzun ve yoğun olarak yaşandığı bir yer oldu.
Devrimci Hareketin geçmişinde olumlu olan ne varsa onu karalama ve kötülemeye çalışma anlayışı bu noktada da ortaya çıkıyor. Devrimci Fatsa'nın "direnmeyip teslim olduğu, Fatsa halkının bilinçsiz olduğu, orada 'devrimcilerin de belediye seçimlerini kazanabileceklerinin ve halkın kendi yaşamıyla ilgili konulara katılımının sağlanabileceğinin anlaşılmış olmasından başka önemli bir şey olmadığı, zaten şimdi de Fatsa belediye başkanının DYP'li olduğu" vb. akla ne gelirse söylenip duruyor. Ve Fatsa deneyini küçümsemek için yazıp çizilen her şeyle, ondan hiçbir ders alınmadığını, hiçbir şey öğrenilmemiş olduğunu sergilemekten öte hiç bir şey yapılmıyor.
Kendiliğindencilik iddiaları ve örgütlenme sorunları
Devrimci Yol'a karşı kullanılan temel motiflerden biri de, Devrimci Yol'un kendiliğindenci bir mücadele ve örgütlenme anlayışına sahip olduğu iddiasıdır.
Bu iddia hemen her konuda sürekli yinelenmektedir: Devrimci Yol'un partileşme sürecini kendiliğindenci bir tarzda aşmak istediği; 80 öncesi koşullarında -demokrasi olmadığı için!- parti kurma koşullarının bulunmadığını söylediği, bu nedenle partileşme sürecinin tamamlanamadığı; aslında Devrimci Yol'un partisizliği ve örgütsüzlüğü savunduğu, bunun da zaten 80 sonrasında örgütsüzlük (ya da "anti-örgütçülük") anlayışında ortaya çıktığı; keza Devrimci Yol davasında örgüt savunusu temelinde bir savunma yapılmamış olmasının da bu iddialarını kanıtladığı vb. görüşler ileri sürülmektedir.
Devrimci Yol hakkında ileri sürülen bu tür iddiaların tümü ya düpedüz gerçek dışı -uydurma- iddialardır, ya da demagojik mantık zorlamalarının ürünüdür.
Bu iddialara kısaca değineceğiz.
Her şeyden önce Devrimci Yol'un partileşme sürecini kendiliğindenci bir tarzda aşmaya çalıştığı iddiası gerçeğe uygun değildir. Devrimci Yol, partileşme sürecinin ancak bilinçli ve örgütlü bir mücadele anlayışıyla tamamlanabileceğini daha çıkış bildirgesinde açıklıkla ortaya koymuştur. Pratikte de Devrimci Yol Hareketi, başlangıcından itibaren gelişmesinin her aşamasında belirli bir örgütlenme temelinde yürütülmüştür; aynı zamanda da Devrimci Hareketin örgütlenmesini sürekli olarak geliştirme çabası içinde olunmuştur. Ancak bir hareketin kendiliğindenlik halini aşması sadece asgari anlamdaki bir merkezi örgütlülük ve disiplinle sağlanabilecek bir şey değildir. Çünkü hareketin kendiliğindenlik özelliklerini aşabilmesi, M-L bir parti vasfını kazanmasına bağlıdır ve M-L partide, sıradan merkezi- örgütsel disiplin ve soyutta iktidara yönelik herhangi bir eylemlilikle özdeşleştirilemez.
Bu anlamda, devrimci hareketin partileşmesini tamamlayamadığı ve ülkedeki emekçi sınıfların mücadelesini bütünsel bir siyasi iktidar mücadelesi programında birleştiremediği sürece hareketin kendiliğindenlik halinin aşıldığı söylenemez. 80 öncesinde sadece Devrimci Yol'a değil, diğer devrimci hareket ve partilerin hepsine bu açıdan bakıldığında aşağı yukarı aynı (siyasi grup) özellikleri taşıdıklarını ve benzer örgütlenme yapılarıyla gelişme süreçlerine tekabül ettiklerini söylemek yanlış olmaz.
Devrimci Yol Hareketinin 80 öncesinde partileşme sürecini bilinçli ve örgütlü bir mücadele olarak kavramasına rağmen, partileşmesini tamamlayamamış olmasının nedenleri üzerinde çokça durulmaktadır. Ve özellikle de çok geniş bir kitlesel destek ve geniş bir kadro örgütlenmesine sahip olmasına rağmen partileşme sürecinin aşılamamış olmasının nedenleri tartışılmaktadır.
(Eski) Devrimci Yol önderliği bu konuda kendi sorumluluğunu ortaya koymaktan kaçınmamıştır. Devrimci Yol'un 80 öncesindeki gelişmesinin belirli bir evresinde kendi örgütlenmesini, 12 Eylül gibi ülkemiz tarihinin en büyük, en gerici saldırı dönemindeki görevlerini en azından asgari düzeyde karşılayabilecek bir partileşme düzeyine yükseltilmesinin gerekliliğine karşın, bu konudaki eksikliklerin giderilmesi için ortaya konulan çabalar yeterli olmamıştır.
Devrimci Hareketin örgütlenme düzeyinin yükseltilmesi için en önemli güçlükler, önderlik ve (özellikle de devrimci bir siyasi hareket için temel bir öneme sahip olan) orta kademe kadroların mücadelenin çok yönlü karmaşık görevlerini örgütleme ve yönetme yeteneğiyle tecrübesi bakımından yetkinleştirilmesinde saklıydı. Bunların bir kısmı eğitimle geliştirilebilecek özellikler olmasına karşılık, bir kısmı ancak bir mücadele tecrübesi içinde zamanla kazanabilecek özelliklerdi. Türkiye'nin en genç kadrolarına sahip hareketlerinden biri olan Devrimci Yol, bir kaç yıllık bir gelişme sürecinin sonunda o dönemde iç savaş boyutlarında gelişen mücadelenin ancak çok gelişmiş bir parti tarafından yerine getirebilecek çok ağır önderlik görevleriyle yüz yüze kaldı. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Türkiye'deki iç savaş sürecinin yükünün en ağır kısmı, Devrimci Yol Hareketinin çok genç kadroları tarafından omuzlandı. 12 Eylül öncesine gelinirken, yaşları 20-25 dolaylarında olan bu kadroların yüzlercesi hayatını kaybetmiş ve geri kalanları birkaç yıllık devrimcilik tecrübeleriyle birlikte, 12 Eylül'de ülkemiz tarihinin en büyük gerici saldırısıyla karşı karşıya gelmiştir. Devrimci Yol Hareketinin 3,4 yıllık bir süre içerisinde başarabildikleri ve başaramadıkları üzerinde konuşurken, bütün bu gerçekliklerin de göz önünde tutulmasının gerekli olduğunu söylemek yenilgiye mazeret aramak olarak görülmemelidir.
Buna rağmen, bütün bu gerçekleri göz önüne almayan eleştiriler ileriye sürülebiliyor.
Bir iddiaya göre de, Devrimci Yol, "iktidara oynayan bir partinin değil, ulusal çapta direniş stratejisi izleyen bir partinin istenmesi" nedeniyle partileşememiştir.
Buradaki "iktidara oynayan parti"den ne anlaşılacağı konusunu bir yana bırakalım. "Ulusal çapta direniş stratejisi izleyen parti" derken kastedilen şey, 80 öncesindeki anti-faşist direniş mücadelesinin görevlerini yerine getirebilecek bir partidir. İleri sürülen düşünce, aslında o dönemde faşizme karşı mücadele konusunda bu kadar ağırlık verilmiş olmasını hatalı bulan ve sanki farklı şeylermiş gibi faşistlere karşı mücadele yerine devlete (iktidara) karşı mücadele verilmesi gerektiğini ileri süren düşüncelerin değişik bir şeklinden başka bir şey değildir. (2)
Devrimci Yol'un o dönemde ulusal çapta bir direniş stratejisi izlemesi ve aynı görevleri daha eksiksiz biçimde yerine getiren bir partileşmeyi hedeflemesi, o dönemdeki sınıflar mücadelesinin yürütülmesinin zorunlu kılmasının bir sonucudur. O dönemde ülkenin her yanını kaplayan ve bütün ülkeyi hâkimiyet altına almaya yönelen faşist saldırı hareketlerine karşı sürdürülen direniş mücadelesinin gerekliklerini yerine getirmeyi hedeflemeyen bir partileşme anlayışının aslında, o dönemde ortalıkta bir düzine kadar bulunan partilerden farklı bir yanı da olamazdı. Devrimci Yol da o dönemde öyle bir strateji izlemiş olsaydı, örneğin dar bir kadro örgütlenmesine dayanan ve bazı silahlı eylemlerle sınırlı bir pratiğe yaslanan bir partiyi hedefleseydi (kimilerinin "iktidara oynayan bir parti" den anladıkları herhalde bundan ibarettir.) kuşkusuz kolayca "parti"leşebilirdi. Ama o zaman, Devrimci Yol'un, sözü çok edilen kitleselliği ve geniş kadrolara sahip olması da söz konusu olamazdı ve o zaman da zaten Devrimci Yol, Devrimci Yol olamazdı.
Oysa gerçekten iktidarı hedefleyen bir devrimci hareket veya parti, ancak sınıf mücadelesinin nesnel gerçekliği tarafından ortaya konan somut güncel görevleri yerine getirebildiği zaman emekçi sınıfların mücadelesini gerçek bir devrimci-iktidar mücadelesine dönüştürebilir.
Örgütlenme konusundaki bir diğer iddia da "güçlü merkezi bir örgüt yapısı yerine Direniş Komiteleri temelinde gevşek ve cephesel ilişkilerin esas alındığı" şeklindedir. Farklı düzeydeki örgütlenme ve mücadelelerin bu şekilde birbirine karşıt görevler olarak ele alınmasının yanlışlığına daha önce değinmiştik. Devrimci Yol dergisinde de 80 öncesi dönemde değişik siyasal eğilimlerce "parti olmadan cephesel ilişkilerin ve Direniş Komiteleri'nin kurulamayacağı" biçiminde ortaya atılan hatalı eğilimler tartışılmış ve geçersizlikleri ortaya konulmuştu.
Türkiye solunun çok gruplu anarşik yapısı teorik tartışmaları da anlamsız bir kargaşaya dönüştürüyor. Geçmişte tartışılmış konular bir dönem sonrasında bu kez sahneye çıkan başka bir grup tarafından yeniden gündeme getirilmekte, her şey tam bir sağırlar diyaloguna dönüşmektedir. Bu hemen her konuda böyle olmaktadır. Parti örgütlenmesiyle Direniş Komiteleri ilişkisi konusundaki tartışma açısından da aynı durumla karşılaşıyoruz. Sanki 80 öncesinde bu konudaki tartışmalar hiç yapılmamış gibi savunulabilen bu düşünceler daha önce başka siyasetler tarafından da ortaya atılmıştı. Örneğin Gelenek Dergisi'nin Ağustos 88 tarihli sayısında bu konuda şu görüşler ortaya atılmıştır:
"DY siyaseti THKP/C tezlerini açıkça belli etmeden en fazla değiştirip, popülist (3) propagandasının güncel gereksinimlerine uyarlı hale getiren çizgiydi(...) Devrimci Yol giderek pratik sonuçları THKP-C çıkışına bile bir yönüyle reddiye anlamı taşıyan tezler ve mücadele biçimleri (özellikle 78'den sonra ) geliştirdi...
"Devrimci Yol siyaseti 78 yılından sonra 'DK' ile özdeşlendi (...) Direniş Komiteleri de "öncü parti" ve "iktidar perspektiflerini likide edici, öne sürenin grupçu art niyetlerini yükledikleri hipotezler olarak kaldılar. Direniş Komiteleri sınırları belirsizleşmiş kitleselliğin, faşizmin saldırıları karşısında kısa vadeli hedefleri -yani savunmayı- gözeten spontane bir tepkiydi. Heterojen örgütlenmelere (yani DK. bn.) gündelik fonksiyonlarını aşan misyonlar yüklemek, kendiliğinden katkıları en iradi ve planlı olması gereken Leninist örgütlenmenin önüne geçirmek, bir süre sonra Leninist örgütlenme ile ikame ettirmek tarihsel zaafları kaçınılmazlaştırıyor. (...) Kendiliğinden savunma, direniş ya da eylem birliklerini, partileşmenin asli nüveleri ya da müstakbel iktidar organları olarak görmek, bizzat partileşmeyi kendiliğinden dalgalanmalarına bırakmak demektir..." (Gelenek. Ağustos 1980)
İşte yukarıdaki satırlarda görülen 'geleneksel' oportünist yaklaşımların hemen tümü -her zaman olduğu gibi- sahiplenilerek bazen sözcüğü sözcüğüne tekrarlanıp durmaktadır. Aradaki benzerlikler kuşkusuz rastlantı değil ve basit bir taklit veya kopyacılığın ötesindeki zihniyet benzerliklerini işaretlemektedir. Oportünizm, devrimci hareket içindeki tereddütlü eğilimlere bu tür eğilimlerin ortaya çıktığı her dönemde, her zaman akıl hocalığı yapmıştır.
Devrimci Yol'un "Direniş Komitelerini partileşmenin asli nüvesi olarak gördüğü" iddiası ne kadar saçmaysa D.K'lerini "öncü partinin önüne geçirme ya da onunla ikame etme" (yerine geçirme) iddiaları da aynı derecede saçmadır. (4)
Cephesel kitle örgütlenmeleriyle parti örgütlenmeleri arasındaki ilişkilerde geleneksel revizyonist anlayışlarla bizim aramızda kuşkusuz önemli ayrılıklar vardır. Onların kafalarındaki iktidar perspektifi aslında işçi ve emekçi sınıfları ve onların kitlesel örgütlenmelerini iktidar gücünün dışında tutan bir parti diktatörlüğü anlayışına dayanır. Bu bakımdan, proletarya partisinin yanı sıra, Direniş Komitesi gibi cephesel kitle örgütlenmelerini, geleceğin iktidar organlarının nüvesi olarak geliştirmeye dayanan bir devrimci anlayışa karşı çıkmaları doğaldır.
Devrimci Yol'un M-L örgütlenme anlayışı, "sol" (Fokocu) ve bu türlü sağ yasal anlayışlara karşı, emekçi sınıfların, bütün (ekonomik, demokratik ve politik) alanlardaki mücadelesini birlikte yürüten ve demokratik merkeziyetçi bir anlayışla kendini merkezileştiren bir siyasal mücadele ve örgütlenme anlayışını öngörür. Elbette, böyle bir mücadele ve örgütlenmeyi hedefleyen bir partileşme süreci de pek çok yönüyle eksiklikleri içerse de, özünde aynı anlayışa dayanan ve örgütlenme yapısını içermek zorundadır.
….
DN.
Sol sivil toplumcu anlayışlarda, burjuva liberal düşünceler kadar Gramsci'nin temel sorunsalı, işçi sınıfının nispeten zayıf olduğu Rusya gibi geri bir Doğu toplumunda bir proleter devriminin gerçekleşebilmesine karşılık işçi sınıfının çok daha güçlü olduğu gelişmiş Batı (Avrupa) ülkelerinde aynı şeyin gerçekleştirilememiş olmasıdır. Gramsci bu sorunun yanıtını, Batı ve Doğu toplumlarının üst yapılarındaki farklılıklarda aramıştır.
Çok kısa olarak özetlemeye çalışırsak: Toplumsal bir sistemin üst yapısının sivil toplum ve politik toplum diye tanımlandığı alanlardan oluştuğunu; politik toplumun zorlamaya dayanan egemenlik alanına yanı devlete, sivil toplumun ise toplumun entelektüel ve moral yönetimine dayanan ideolojik hegemonya aygıtlarına tekabül ettiğini belirledikten sonra, sivil toplumun Doğu toplumlarında çok zayıf olduğunu, Batı toplumlarında ise burjuvazinin, egemenliğini toplumun entelektüel ve moral yönetimini elinde tutarak sağladığını, devletin sadece ileri bir mevzi olduğunu, arkasında çok güçlü bir sivil toplum bulunduğunu, bu nedenle bu tür toplumlarda burjuvazinin egemenliğini kırmak için devleti yıkmaya çalışmadan önce sivil toplum üzerindeki burjuva hegemonyasını kırmak gerektiği sonucunu çıkarmıştır. Gramsci buna "mevzii savaş stratejisi" adını vermiştir.
İşte, mevzi savaşı olarak adlandırdığı bu stratejiyi dile getirirken Gramsci'nin kullandığı muğlak (hatta yer yer çelişik) ifadeler ve devrim sorunu karşısında takındığı ikircikli tutumlar, bu tezlerin (birbirlerinden oldukça farklı olabilen) çeşitli yorumlara kaynaklık etmesine de yol açmıştır. Bu yorumların bir bölümü her ne kadar Gramsci'nin tezlerinin mantıksal sonuçlarına kadar izlenmesinin birer tezahürü olsalar da, bu sivil toplumcu yorumlarla Gramsci'nin tezleri arasında tam bir uygunluk/aynılık olduğu söylenemez.
*1989 yılında Ceyhan Cezaevinde bulunan Devrimci Yol tutsakları tarafından hazırlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder